İSTANBUL - Kazım Keskin
1 Temmuz itibarıyla Avrupa Birliği (AB) dönem başkanlığı Bulgaristan’dan Avusturya’ya geçti. Böylelikle aşırı sağcı ve en azından söylemsel düzeyde AB karşıtı bir partinin hükümet ortağı olduğu bir ülke AB dönem başkanlığını üstlenmiş oldu. Bu durum ister istemez AB’de olduğu gibi Avusturya’da da Müslümanlara ve Türkiye’ye karşı politikaların nasıl şekillendirileceği hususunu akla getiriyor.
Halihazırda iktidarda bulunan hükümetten bağımsız olarak, uzunca bir süredir Avusturya’nın izlemiş olduğu İslamofobik ve Türk/Türkiye/Erdoğan karşıtı siyaset, bize AB dönem başkanlığı süresince bu ülkenin izleyeceği politikalar hakkında bazı ipuçları veriyor. Bununla birlikte Avusturya hükümetinin, Başbakan Sebastian Kurz’un aşırı sağcı jargonu içselleştirerek iktidara gelmesi ve hükümet ortağının bu çizgideki bir parti olması gibi yapısal sorunlar nedeniyle uluslararası alanda baskı altına girme ihtimali, hareket alanının kısıtlı olacağını da düşündürüyor. Nitekim yakınlarda gerçekleştirilen AB zirvesi öncesi, Türkiye’ye mültecilerle ilgili para verilmemesi çağrısı yapan Avusturya yönetiminin, zirve sonunda bu talebin tam tersi bir kararı onaylamak durumunda kalması, Avusturya’nın uluslararası siyaset dünyasında zikredilen bu sıkışmışlığına işaret ediyor.
Yakın dönem Türkiye-Avusturya ilişkileri
Bilindiği üzere, iki ülke arasında 2010’lu yıllara kadar bir çok ülkeye örnek teşkil edecek seviyede sürdürülen iyi siyasi ilişkiler, zikredilen tarihten itibaren yerini her geçen gün artan anlaşmazlıklara bıraktı. Avusturya’nın bu değişiminin sebeplerini incelemek başka bir yazının konusudur. Bu nedenle, var olan duruma baktığımızda iki ülke ilişkilerinin “konjonktürel olarak kötü” olduğu şeklindeki yargının çokça kabul gördüğünü anlıyoruz. Söz konusu yargı doğru olmakla beraber eksik bir tespittir.
Özellikle her iki ülkede yapılan seçimlerin hemen öncesinde artan gerginlikler, Türkiye-Avusturya ilişkilerinin içinde bulunduğu olumsuz durumun siyasi analistlerce arızi olarak görülmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, her iki ülkede de seçim dönemlerinin geride bırakılmış olmasına karşın ikili ilişkilerde kayda değer bir ilerlemenin görülmeyişi, Türkiye-Avusturya ilişkilerinde ya konjonktürel olarak nitelenen olgunun dışında bir takım problemlerin de varlığına işaret etmekte ya da konjonktür kavramıyla ifade ettiğimiz zaman diliminin yeterince sorgulanmadığını göstermektedir. Bu konuyla ilgili bir başka nokta da seçim dönemlerinin analizlerin merkezine oturtulmasıdır. Örneğimizden yola çıkacak olursak, seçim atmosferi geçtikten sonra Avusturya’nın Müslümanlara ve Türkiye’ye yönelik politikalarında olumlu anlamda bir değişim olmadığı görülmekte ve bu süreçte yapılan siyasi değerlendirmelerin yanlışlığı ya da en azından eksikliği kendini göstermektedir.
Bu çerçevede unutulan bir başka olgu da 2010-2017 arası dönemde aşırı sağcı Avusturya Özgürlükçü Partisi’nin (FPÖ) hükümette yer almamış olmasıdır. Bilindiği üzere 2008 ve 2013 yıllarında yapılan genel seçimlerin sonucuna dayalı olarak ülkede, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ile koalisyon hükümetleri kurmuştu. Buna rağmen 2010-2017 arasında FPÖ’nün öncülüğünde günden güne etkisini daha fazla hissettiren İslamofobik söylemler Avusturya’da gündemi belirlemeye başlamıştı. Değişen yalnızca İslamofobik jargonun ÖVP lideri Sebastian Kurz tarafından daha güçlü bir şekilde canlandırılması ve bunun akabinde ülkede oluşan iklim nedeniyle İslamofobik saldırıların artmış olmasıdır.
Bu durumda kabul etmemiz gerekir ki bir çok yorumcu “konjonktürel” olarak nitelendirilen olguları dönemlere ayırmada yeterince düşünmeden hareket etmektedir. Oysa daha geniş zaman dilimlerini hesaba katarak değerlendirme yapılacak olursa, siyasi yorumlar da daha ikna edici ve tutarlı olacaktır. Bu minvalde, söz konusu ilkeyi Türkiye-Avusturya ilişkilerine uyguladığımızda, analizlerde kullanılacak miladı 2010’lu yıllar yerine 11 Eylül 2001 tarihi olarak benimsemek, iki ülke ilişkilerini açıklamada daha isabetli yorumlar yapılmasına yardımcı olacaktır.
FPÖ’nün Sırp milliyetçiliği taraftarlığının İslamofobik temelleri
Yukarıdaki değerlendirmeyle uygun biçimde, Avusturya’da daha önceleri kendisini ırkçılık ya da yabancı karşıtlığı ve yer yer antisemitizm olarak gösteren olgu, 2001’den itibaren İslamofobi ve Türkofobi şeklinde genel geçer bir hal almaya başladı. Bu ülkede özellikle aşırı sağcı FPÖ’lü siyasetçilerin İslam ve Türk(iye) karşıtlığı çokça bilinmekle beraber, söz konusu karşıtlığın bir sonucu olan Sırp milliyetçiliği ve Siyonizm muhipliği pek dikkate alınmamaktadır. Sürekli yabancı düşmanı olmakla suçlanan bir siyasal parti için ilk bakışta gayet pragmatik bir açılım olarak görülebilecek Sırp milliyetçilerle kurulan dostluk, FPÖ’nün Müslüman karşıtlığı temelinde düşünüldüğünde gayet sağlam bir ideolojik tutum ve tutarlılığa işaret etmektedir.
Nitekim FPÖ’nün denetiminde olan Avusturya güvenlik makamları, yakın zamanda Viyana sokaklarını ‘‘Bıçak, dikenli tel, Srebrenica’’ sloganlarıyla inleten, bazılarının ateşli silah taşıdığı iddia edilen yüzlerce Sırp milliyetçisine karşı etkin bir önlem alma gereği duymadılar. Bu tutum Avusturya’nın yabancı düşmanlığından ya da ülke güvenliğini merkeze alan bir politikadan daha ziyade, İslam karşıtı bir tutum takındığını düşündürüyor. Rusya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda oynanan Sırbistan-İsviçre maçında İsviçre adına gol atan iki Arnavut asıllı futbolcunun gol sevinçleri esnasında Arnavutların çift başlıklı kartal sembolünü temsil eden el hareketleri yapmalarını bahane ederek Viyana sokaklarında kargaşa çıkaran, polis arabalarına hasar veren, şehirde Arnavut avına çıkan bu gözü dönmüş fanatikler Avusturya tarafından ısrarla görmezden gelindi. Buna karşılık, hemen hemen aynı günlerde, ülkemizde gerçekleşen seçimlerde oy tercihlerini AK Parti ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan yana kullanan Avusturya’da yaşayan on binlerin, herhangi bir tedhiş hareketine katılmamalarına, hiç bir şiddet ve kargaşa eyleminde yer almamış olmalarına rağmen, sırf siyasal tercihleri nedeniyle baskılanmaya çalışılması oldukça düşündürücüdür.
FPÖ’nün önde gelen politikacılarından Johann Gudenus’un geçtiğimiz günlerde ifade ettiği “Erdoğan’a oy verenlerin Türkiye’ye gitmeleri daha iyi olur” sözü ile FPÖ lideri ve Başbakan Yardımcısı Heinz Christian Strache’nin yakınlarda sosyal medyada paylaştığı “Avusturya’da Erdoğan’a oy veren Türklerin Türkiye’ye dönmelerini tavsiye ediyorum” cümlesi, meselenin aslında yabancı düşmanlığından daha çok İslam ve bilhassa İslam’ın yeni öncü gücü olarak görülen Türkiye olduğuna işaret ediyor. Bu minvalde, Avusturya’nın tarihi İslam karşıtlığına ek olarak, 2001 yılı da önemli bir milat olarak görülebilir. Ek olarak, (bir turizm ülkesi olan Avusturya’ya gelen Arap turistleri rahatsız etme pahasına) ülkenin tamamında sayıları 100’ü ancak bulan kadınları hedef alan peçe yasağını getirmek, ilkokulda çocukların oruç tutmasını yasaklamak gibi din ve vicdan özgürlüğüne tamamen zıt fikirleri gündeme getirerek, toplumsal alanın bütün katmanlarında İslam’ın görünürlüğüne engel olma çabası da seçim dönemlerini aşan bir karşıtlığın varlığına işaret ediyor. Sözün özü, ne yabancı düşmanı olarak nitelendirilen FPÖ sadece yabancı düşmanıdır ne de Avusturyalı siyasetçilerin neredeyse tamamının malzemesi haline gelen İslamofobik jargon seçim dönemlerine has bir olgudur. Bu sorunun temelinde Avusturya’da kurumlara ve siyasete sinmiş olan İslam düşmanlığı yatmaktadır.
[Avusturya ve Almanya iç siyaseti alanında uzmanlaşan Kazım Keskin halen Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmasına devam etmektedir]
Avusturya'da İslamofobi konjonktürel değil yapısal
Tools
Typography
- Font Size
- Default
- Reading Mode